LEYLÂ’YI
İNCİTME
Murat Akbulut
KONUYA GİRİŞ: Bu yazı Hz. Mevlananın incitme üzerine bir deyişini açıklamalarıyla anlatmaktadır. Leylâ ve Mecnun; beşerî bir aşk kıssası olmakla beraber, mânâ ehli için bir remizler deryası olmuştur. Temsîlî teşbih sanatıyla, «muhabbetullâh»ı tahsile gayret eden kul, Mecnun ile; yüce mahbûbu da Leylâ ile temsil edilir.
Bu mahbub, bazen kâmil mürşid olur, bazen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olur. Muhabbetin nihâî gayesi olarak da Cenâb-ı Hak olur.
Fuzûlî, büyük bir aşk eseri olan Leylâ ve Mecnûn mesnevîsini kaleme almasına vesile olan asıl duyguyu, bu eserin başında şöyle ifade eder:
Dutsam taleb-i hakîkate râh-ı mecâz,
Efsâne bahânesiyle arz etsem râz,
Leylî sebebiyle vasfın etsem âgaz,
Mecnûn diliyle etsem izhâr-ı niyâz…
“(Ey Allâh’ım!) Hakikat talebi için mecaz yoluna koyulsam da Leylâ ve Mecnun hikâyesi bahanesiyle (ilâhî) sırları açıklasam… Leylâ vasıtasıyla Sen’in vasıflarını anlatsam ve Mecnûn’un dili ile de duâ ve niyazlarımı izhâr etsem…”
Mehmed Âkif de Leylâ’yı «İslâm’ın galebesi» olarak şöyle ifade eder:
Hayır şarkın, o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın,
Bütün dünyâda bir Leylâsı var: Âtîsi İslâm’ın.
Gel ey Leylâ! Gel ey candan yakın cânân uzaklaşma,
Senin derdinle canlardan geçen Mecnun’la uğraşma!
Hazret-i Mevlânâ da, bu aşk kıssasından bir nükteyi şöyle ifade eder:
LEYLÂ’NIN MAHALLESİNİN BEKÇİSİ…
“Leylâ’sı uğrunda ve onun aşkı ile çöllere düşen Mecnun; salyaları akan, tüyleri dökülmüş bir köpeği seviyor, okşuyor ve gözlerinden öpüyordu. Bu hâli gören birisi dayanamadı; Mecnûn’a bağırdı:
«–Ey zavallı Mecnun! Yaptığın bu çılgınlık nedir? Bu hayvanı, niye sarılmış da öpüyorsun?»
Mecnun cevap verdi:
«–Sen baştanbaşa bir sûretten, bir şekilden, bir bedenden ibaretsin! Benim yaptığım işten ne anlarsın?!. (Zira sen zarfa aldanıyorsun, ancak içindekinden haberin yok! Uyan da zarfın) içerisine gir, yani ruh âlemine dal da ona benim gözümle bak!
Bu köpeğin ne meziyeti var biliyor musun?!. Bu köpekte senin çözemeyeceğin ilâhî bir sır vardır. Allah, onun gönlünde sahibine karşı duyduğu muhabbet ve vefânın hazinesini gizlemiştir. Hem baksana ki, bu kadar köyün içinde gitmiş de Leylâ’nın köyünü yurt edinmiş ve o köye bekçi olmuş!..
Köpek deyip geçme, sen onun himmetine nazar et. O benim gönül dünyamın mübârek yüzlü Kıtmîr’idir. (O Kıtmir ki, Ashâb-ı Kehf’e bekçi olmayı bildiği için Kur’ânî bir ifade ve değer kazandı. Bu sebeple şu köpek de) benim sürur ve hüzün ortağımdır. Bunun bir kılını arslanlara değişmem. Gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki, onun fazîletini göresin!.. Leylâ’nın köyünü yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile benim için azizdir…»”
Bu kıssada, bir muhabbet erinin gözünde her şeyin, mahbûba göre yeniden mânâ kazanması hakikati dile gelir. Muhabbet nazarıyla bakınca, bir kelp bile, Leylâ’nın mahallesine aidiyet ile bir başka mânâ kazanır. Varlık; âşığın gözünde muhabbet ile yeniden inşâ olur, yeniden mâhiyet kazanır.
Allah Rasûlü’nün Cenâb-ı Hakk’a muhabbetinde bunun ne güzel misalleri vardır:
Hazret-i Enes anlatıyor:
“Peygamberimiz ile birlikte iken, üzerimize yağmur yağdı da, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; yağmur suyu değsin diye, yakasını açtı. Bedenine yağmur isabet etti. Biz ona;
“–Niçin böyle yaptınız yâ Rasûlâllah?” diye sorduk.
Şöyle buyurdu:
“–Bu yağmur, Rabbimden yeni geliyor. (Rabbimden yeryüzüne tecellî eden bir rahmettir.)”(Ebû Dâvûd, Edeb, 114; Müslim, İstiskā, 13)
Peygamber Efendimiz, ümmetini de çok severdi. Ümmetine olan sevgisinde, büyük bir şefkat ve merhamet duygusu da mevcut idi. Ümmetinin meşakkatlere, musîbetlere, ilâhî azaba uğramasından çok endişe ederdi.
ŞEFKAT DOLU SEVGİ
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın naklettiğine göre, havanın aşırı rüzgârlı olduğu anlarda veya gökyüzünde siyah bir bulut görüldüğünde; Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi değişir, bazen o buluta karşı durur bakar, bazen geri döner, eve girer çıkardı. Yağmur yağdığında ise sevinirdi. Bu tavırlarının sebebi sorulduğunda, Âd Kavmi’ne gelen azâbın kendi ümmetinin başına gelmesinden endişe ettiğini söylerdi. (Müslim, İstiskâ, 14-16)
O’nun ümmetine olan muhabbet ve şefkati âyet-i kerîmede de şöyle ifade edilmiştir:
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O; size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”(et-Tevbe, 128)
Muhabbetullah âdetâ bir mıknatıs gibidir ki, O’na vâsıl olanda da bir mıknatıslaşma ve muhabbet neşretme meydana gelir. Fahr-i Kâinât Efendimiz ümmetini çok sevdiği gibi, ashâbı da O’nu müstesnâ bir muhabbet ile sevmekte ve O’na ittibâ etmekteydi. Biliyorlardı ki; muhabbet, iki gönül arasında bir cereyan hattıdır, kantarı da fedâkârlıktır.
Efendimiz nasıl ashâbı ve ümmetine bir musibet dokunmaması için muazzam bir şefkat duyuyorsa, ashab da Fahr-i Kâinât Efendimiz incinmesin, mütebessim çehreleri bulutlanmasın diye tir tir titriyorlardı.
Zira, Efendimiz, şahsî hayatı için hiç gazaplanmadığı hâlde, Hak nâmına kötülüğe karşı bâriz bir tavır sergilerdi. Allâh’ın rızâsına uymayan bir şeyle karşılaştığında, mübârek yüzlerinin rengi değişir, bazen kaşlarının üzerindeki bir damar kabarır, hak yerini buluncaya kadar teskin olmazlardı. Bu, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in görüp de müdahale etmemelerinin dahî şer’î bir delil olmasından kaynaklanırdı. Bu, risâlet vazifesinin bir îcâbıydı.
Ashâb-ı kiram hazerâtı, Peygamber Efendimiz’i öyle seviyordu ki, O’nu dinlerken, başlarında duran bir kuşu kaçırmamak istiyormuşçasına hassâsiyet ve titizlik gösteriyordu